Ne zaman “kitap” konusu açılsa, bir seri soruya muhatap oluyorum.
Ne okuyalım?
Nerede okuyalım?
Nasıl okuyalım?
Bu soruların yanıtları o kadar kolay değil elbet.
Okuma arzusunun var olması önemli, gerisi süreçtir, tecrübedir
Bireysel bir yolculuk olduğundan yalnızlık ister okumak, kalabalıktan hoşlanmaz.
Belli zamanlarda, bürokratların açık kitapla toplu fotoğraf vermelerinin, topluma okuma alışkanlığı kazandıraçağı savı pek mantıklı gelmiyor bana.
Resmi kitap okuma kampanyaları başlatıldığında, iki zıt duygu sarar beni
Önce sevinip heyecanlanıyorum.
Bu kampanyalarla bundan sonra kütüphanelerimizde yer bulunamayacaktır...
Yazın serin, kışın sıcak Halk Kütüphaneleri’nde sınava çalışan öğrencilerden birisi masadan kalkınca, onun yerine oturmak için kitapseverler sıraya gireceklerdir…
Okuma aşkıyla dolu kalabalığı gören Kütüphane müdürlerimiz ek okuma saloları açmak için kolları sıvayacaklardır…
Nitelikli eserler yeni baskılarıyla, patlama yapacakdır…
Ne ki önceki kampanyaların akıbetini düşündükce, sevincimin lezzetini tadamadan tükendiğini hisseder, hüzünlenirim.
Az okuduğumuz, okuduğumuzu anlamadığımız, okuyanı da sevmediğimiz doğru.
Özendirmek için kampanyalar yapılması da yerinde.
Ancak bunlarla istenilen verimin alınamadığı da ortadadır.
Verim alınamamasının tam bir analizinin yapıldığını da düşünmüyorum.
Sadece tesbit yapılıyor, o kadar.
Temel ihtiyaçları karşılanabilmiş midir insanların?
Evinde kütüphane var mıdır?
Çocuk ebevynini elinde kitapla görmüş mü evde hiç?
Toplumun kitaba bakışı vb…
İlk emri “oku” (kendi aklını kullanarak, düşün anla) olan bir dinin mensupları olarak, itiraf edelim ki toplum olarak kitap okumayı da okuyanı da sevmiyoruz.
Bundan sebep ne kitabı ne insanı ne evreni ne de varlığı anlayabiliyoruz.
Okuyarak değil, tedavüle sokulmuş kof sloganlardan, boş şablonlardan besleniyoruz.
Biteviye bunları birbirimize aktarıp duruyoruz. Üzerinden kavgalar ediyoruz.
Bunlar insanın kendi kafasıyla düşünmesini engelleyerek, analiz sentez ve sorgulama yeteneğini ortadan kaldırıyor.
Bu cins kalıp yargılardan kurtulmanın yolu, önce kendi aklımızı, sonra başkalarının da aklını kullanmayı öğrenmek olmalı.
Bu da ciddi okumalarla gerçekleşir.
Tamam da ne okumalı?
Sorusu, çelişkisi, derdi olan, “arayan insan” eninde sonunda aradığı kitapla buluşur.
Bu buluşma ön yargılarımızı “bilemeli mi”, yoksa “törpülemeli mi”?
Okuduklarımız ezberlerimizi bozmalı, düşünce konforumuzu sarsmalı, farklı bakış açıları sunmalı, başka kitaplara götürebilmeli bizi.
Tabi yalnız kalmayı göze alacak cesaretimiz varsa…
Başka türlü “yankı odamız”dan nasıl çıkabiliriz?
Eserle zihnen ve ruhen sahih ve sahici bir iletişim kurulacaksa, “geçici inziva” olmaza olmazlardandır.
Başka türlü, her gün üzerimize boca edilen tonlarca harici uyarıcıyı nasıl bertaraf edebiliriz?
Diyelim ki bertaraf ettik, sonra…
Okumalardan aldığımız malzemeyi karşılaştırmalı, onu işleyerek, çıkarımlarla bilgiye dönüştürüp içselleştirmeliyiz.
Yoksa “kültür obezi” oluruz.
Bu arada “metin olmak” da önemli.
Hilmi Yavuz’un “ kâri-i güzîn” dediği hakiki okur, toplumun “çok okumaktan olmuştur”, “profesör mü olacaksın” vb sözleriyle ifade ettiği sosyolojik ve psikolojik baskısının inanılmaz acısına da dayanabilmeli.
Kaptırdık gittik yine…az daha unutuyordum.
Okumak yalnızlık ister desem de daha nice farklı okuma biçimleri vardır bizde.
Okuduğunu göstermek.
Kitabın görsel imajından faydalanarak orada burada “muş gibi” yaparak foto yayınlamak.
Çok satan tuğla kitaplardan birkaçını yanında gezdirmek.
Bunlar “görüntü çağı”nın icaplarındandır. Sanal ortamlarda işe yarar. İnsana nitel bir katkı sağlamaz.
Allah selamet versin.
Bizde “Boş zamanlarında bol bol kitap okuyanlar” da az değildir.
Ne diyelim herkesin okuması kendine.