Kibir mi, tevazu mu?
Hangi elbise yakışır, “yeryüzünde şairane mukim olan insana” denilse, terddütsüz tevazu elbisesi derim.
Tevazu…
insanın kibirli olmama hali.
Alçak gönüllü olması, sınırlarını bilmesi.
Başkalarını değersizleştirme çabasında olmaması.
Dolgun başaklar gibi…
Esin, besin kaynağı olmasına rağmen, kendini pazarlamayı sevmemesi.
Karıncaya bile bir ulu nazarla bakabilmesi.
Bir kendini aşmışlık hali tevazu…
Taklidi yapılamaz onun, insanda hemen sırıtır.
Kibir…
Kendini büyük, başkalarını küçük görme halleri.
Her şeyi ben bilirim tavırları.
Küçük dağları ben yarttım havaları.
Beğenilmek için bin bir kılığa girmeler.
Narsist ve omnipotans tavırlar.
Onlar, sarımsak kokusu gibi hemen fark edilir.
Kibir sahipleri, psikolojik bir vaka mıdır, acınası bir durum mudur, onu bilemem.
Kendilerinden hiç hazzetmediğim tipler olduğunu söyleyebilirim.
Neden mi?
Şundan.
Başkasının varoluşuna tahammül edemezler.
Galaksi onlar için dönmekte, güneş onlara doğmaktadır.
Bilgiçtirler, kasıntılıdırlar. İyi hatiptirler ama, orta kulakta sorunları vardır.
Düşünüyorum da…
Her şeyin “alçağı”, kötü olmasına rağmen, "Gönül"ün alçağı, neden iyidir de “tekebbür” kötüdür?
“Nosce te ipsum’dan beri bütün kadim kültürler insanı “kendini bilmeye” davet etmişken, "kibir"i neden kalbin hastalıkları arasında saymışlardır?
İnsan olmanın şifreleri, sanırım bu soruların yanıtında gizli…
Septik, şüpheci yanım öne çıkıyor bazen.
Tamam.
Bugün olduğu gibi, tarih boyunca da “mütekebbir insan” sıkıntısı çekilmemiş hiç.
Ya mütevazı insan?
Zikredilen özellikleri taşıyan "mütevazı" insanlar da gerçekten var mıydı, yaşamışlar mıydı, yaşıyorlar mıydı?
Suriçi İstanbul’unu keşfe gayret ettiğim yıllardı.
Bizantion, Konstantinapol, Osmanlı ve Cumhuriyet İstanbul’unu, katman katman geziyorum.
Süleymaniye civarındayım…
Civar, hala şehre hizmet veren Mimar Sinan eserleriyle dolu.
Cami, medrese, şifahane, kütüphane, hamam, aşevi ve kalabalıklar ...
Meşhur Süleymaniye Kurufasülyecisi’nde lezzet molası verdim.
Üç kıtaya mührünü vuran, kitabelerde adı yerine “güçsüz karınca” lakabını kullanan, Koca Mimarı da ziyaret edip, ruhuna bir fatiha göndereyim istedim.
Kabaca etrafa göz attım mezarını göremedim. Tabii acemiyim.
Esnaftan tarif aldım, tarayarak ilerliyorum. göze görünür bir yapı gözükmüyor.
Bir esnafa daha sordum, döndüm durdum, bulamadım.
Yılmadım, sonunda, bir köşe çeşmesinin ardında, küçük türbesine ulaştım.
Ben eserlerimle konuşurum dercesine, kendisini adeta gizlemiş.
Eserleriyle konuşan Koca Mimar’ın, kendini aşmış "mütevazı" bir insan olduğunu o zaman anladım.
“Bir avuç toprak, biraz da suyum ben,
Neyimle övüneyim, işte buyum ben…”
Yunus’a ve Yunus gönüllülere binlerce selam olsun.