“Anlaşılmak ister bütün nehirler
ve
anlaşılmayan nehirler
hep
dışına akar ülkelerin... “/ İbrahim Halil Baran
Kışın ağır ağır kapılarımıza gülümseyerek baktığı bu günlerde, insanın üstüne çektiği sıcacık bir battaniye gibi, sabah taze simitin peynirle buluşması gibi, çocukluktan aşina olduğumuz bir kokuyu aldığımızda o yöne doğru istemsizce yönelip ayaklarımıza söz dinletememek gibi...
Bazı kelimeler cümle içinde yer almadan bile başlı başına ferahlık, dinginlik verir.
Anlaşılmak ne kadar huzur dolu bir kelime hiç düşündünüz mü?
En büyük motivasyonlardan biri, hayata sıkıca tutunmak,yalnız olmadığınızı bilmenin güvencesi,yaşam ağacına asılı anahtar..
Anlatmakla ilgisi olmayan, karşınızdakinin sadece anlamak istemesiyle gerçekleşen önemli bir hadise... günümüzde giderek anlamını yitiren kavramlar listesinde yerini almak üzere...
Hakan Günday’ın “az” romanında “Hayatta kimseye hiçbir şeyi tam olarak anlatamayacağını anlamıştı.Biri için ölüm kalım meselesi olan,diğerinin gözünde toz kadardı.” Cümlesi imkansızlığın gerçekliğini yüzümüze haykırsada,umudun kırıntılarına tutunmanın güzelliğinden yine de vazgeçemiyor insan...
İletişimin altın çağını yaşadığı bu yüzyılda anlaşılamamak ne yaman çelişki.
Her ifadenizi,her mesajınızı,her kelimenizi, bir ironiyi bile saatlerce açıklama mecburiyetinde kalma çabası ömrümüzden ömür götürüp kelimeleri boğazımıza dizerken bizi anlamsız bir yorgunlukla başbaşa bırakır.
Yanlış anlaşılmak insan hayatında bile çok önemli bir yer tutarken, hiç anlaşılamamak boşa geçen ömürden başka nedir ki?
Anlaşılamamak ne kadar sisli bir kelime, gittikçe grileşen bir mavi, gittikçe sönen umut, gittikçe ufuk çizgisinde netleşen endişe, gittikçe anlamsızlaşan çaba,
gittikçe damağına yayılan acı, boğaza dağılan yumruk, zihninin odalarında dinmeyen kapı gıcırtısı...
Anlaşılamamak ne kadar hazin bir kelime, baktıkça yuvası bozulan kuş, baktıkça dağını kaybeden kar, baktıkça dumanı tütmeyen baca, baktıkça camı açılmayan kalp, baktıkça kepenklerini kapatan ruh!
Anlaşılmamak ne kadar içli bir kelime, durdukça doğunun yalnızlığı, durdukça kuzeyin hasreti, durdukça savrulan perde, durdukça kaybolan hece.
Durmak hiç bu kadar soğuk olmamıştı.
Durdukça çürüyen his, durdukça bozulan güneş, durdukça nasır tutan kalp, durdukça körelen sabır.
Rumi der ki ;“Anlaşılmak gibi bir derdimiz vardı.Ne zaman ki kendimizi anlatamadığımızı farkettik.İşte o vakit susmalar dostumuz oldu.” ne kadar güzel ne kadar naif bir beklenti...insanın bu cümleye bir asır susası geliyor...
Susmak ne kadar güzel bir kelime sustukça paha biçilemeyen dinlenmek,sustukça mavileşen gökyüzü, sustukça demlenen huzur, sustukça güçlenen zihin,sustukça mühürlenen söz...
Sustukça büyüyen çığlık!
Nurgül SÖZER