Bazen kendine sorduğun bir soru zihninden bir çiviyi sökmeye yeltenir, sökmeye çalıştığın yerden hafif bir sızı yayılır, yaşanmışlıkların sızısı ruhuna, yaşanmamışlıkların sızısı ise içine yayılır derler.

Çünkü çiviyi çakmak her zaman sökmekten daha kolaydır...

Bazen bir film seyrederken ekrandan süzülen bir cümle, bazen bir şiirin imgesine saklanan anlam, bazen de bir türkünün notasında gezinen buğulu bir ses, seni o çiviye yönlendirir.

Karadeniz türkülerinde boğulma tehlikesini bir kez olsun tatmamış olanlar  Apolas Lermi’nin Mektup türküsünü dinlerken özellikle türkünün  girişinde “ Yayla yayla gezersin dedi, çimenleri ezersin, yedi türlü çiçek var, hangisine bezersin?” diyen Karadenizli teyzenin sesindeki yağmur bulutunun  pist olarak, neden göz pınarını seçtiğini nasıl bilecekler!

Şiir ve türkü sevmeyenlerin bir yanın hep yarım kalacağı düşüncesini bir türlü kafamdan atamam. Herkesin mutlaka, hayatının bir dönemecinde kıyısından köşesinden de olsa mutlaka bir yerinden bir dizeye bir imgeye bir ezgiye tutunmuşluğu, tutulmuşluğu vardır. O yüzden bazı arkadaşlarıma şiir sever misin sorusunu sormaktan imtina ederim, en sevdiğin şair kimdir? En sevdiğin şiir hangisi? diye inatla sormam hep bu yüzdendir.

Düşünsenize, Ahmed Arif dizeleri ile tanışmamış biri karşılıksız aşkı, karşılık bulamadığı halde “Canım benim, bilir misin canım dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep.” diyerek Leyla’sına seslenmeye devam eden tutkulu bir sevdaya tanık olamamanın eksikliğini nereden bilecekler.”Ben bütün bu belki de mânâsız iç sıkıntılarından senin var olduğunu hatırlayarak sıyrılıyorum.”u duyduklarında sürekli çalındığı halde açılmayan bir kapının varlığını hatırlayıp ruhlarındaki hüzün perdesi sevda renginde asla aralanmayacak, “Leylim Leylim”e denk geldiklerinde kalplerinde bir güvercin kanat çırpmaya yeltenmeyecek.

Hayat, bazen yaşadıklarımızla bazen de yaşayamadıklarımızla bizi sınamaya devam edip dururken, hayatında bir kez olsun Nazım Hikmet’in yazdıklarıyla tanışmamış olanlar bir gün tesadüfen bir yerde “Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı, memleketimin şarkıları ve tütünü gibi”  sözlerine denk geldiklerinde veya “Kimi insan otların, kimi insan balıkların çeşidini bilir, ben ayrılıkların, kimi insan ezbere sayar yıldızların sesini, ben hasretlerin” dizesine çarptıklarında dinmeyen hasrete çöreklenmiş acıyı nasıl hissedecekler?

Neşet Ertaş dinlememiş olanların kendilerini nasıl tamamlayabildiklerini hiç düşündünüz mü? Bağlamanın nasıl canlanıp dile geldiğini, o benzersiz yorumla, her seferinde üstelik farklı patikalardan, insanı kendi ruhuyla nasıl buluşturduğunu.

Bağlaması kadar boyu olan virtüözün sesiyle, sözüyle nasıl devleştiğini, halk kültürünün en zarif ve son halkasını bilmeden, tanımadan, dinlemeden göçüp gitmenin sızısını hissedemeyecekler.

 “Gönül Dağı”mıza inceden kar yağdıran, “Kendim Ettim Kendim Buldum”la kendimizi hatırlatan “Ben ağlatmak için çalmıyorum, ben anlatmak için çalıyorum.” dediğine bakmayıp “Ah Yalan Dünya” türküsüne kirpiklerle nasıl asılı kalınır asla bilemeyecekler...

 Tıpkı Adnan Yücel’i okumamış olanların kavga, aşk, direnmek üçlüsünün güzelliğini, çınar ağacı gördükleri zaman onun sindiği satırlara hiç uğramış olanların akıllarına Yaşar Kemal’in gelmeyeceği gibi...

Hayatında hiç Ahmet Kaya dinlememişlerin özlemlerinin hep yavan kalması gibi bir şey...