Son günlerde ülkemizde hukuk alanında iklim yasası tasarısı gündemde. Bu tasarı ya da fikir, ara ara gündeme giriyor. Tabii, bu tasarı aynı zamanda beraberinde büyük tartışmalara da yol açıyor.
Ülkemizde çevre katliamlarının yaşandığı bir gerçek. Aynı şekilde iklim değişikliği de hem ülkemizde hem de dünyada büyük bir kriz sebebi. Bu nedenle özünde iklime ilişkin bir yasa olması faydalı olur. Buna karşılık basına yansıyan tasarı ne yazık ki bu yönde bir tasarı değil. Adı "İklim Kanunu" ama içeriği iklim adaletinden uzak.
Tasarıda iklim krizinin doğrudan nedeni olan fosil yakıtların kullanımını sınırlayan net bir hüküm yok. Ne kömürlü termik santrallerin kapatılması ne de benzer diğer yatırımlarının frenlenmesine dair somut bir adım yer alıyor. Aksine, "karbon yakalama ve depolama" gibi teknolojilerle fosil yakıt kullanımı sürdürülebilirmiş gibi sunuluyor. Bu yaklaşım, bilimsel olarak iklim krizinin temel nedeni olan karbon salımını meşrulaştırıyor. Yani yasa, kirletenin yanında; doğanın değil, doğayı kirletenin koruyucusu.
Daha da çarpıcı olanı, “emisyon ticareti sistemi” adı altında kirletme hakkının borsada alınıp satılabilmesinin önü açılıyor. Kısacası, parası olan şirket daha fazla doğayı kirletme lisansına sahip olabilecek. Bu sistemin adil olmadığı gibi, halkın ve yerel yaşam alanlarının çıkarlarına da tamamen aykırı olduğu açıktır. Doğaya zarar veren şirketlerin ‘yeşil’ makyajla faaliyetlerine devam etmeleri, çevresel tahribatı durdurmaz; sadece üstünü örter.
Yasa tasarısında halkın, çevre örgütlerinin ve yerel yönetimlerin söz hakkı neredeyse yok. Merkezi otoritenin iklim politikalarında mutlak hâkimiyeti sürerken, doğrudan etkilenen bölgelerde yaşayan yurttaşların sürece katılımı sağlanmıyor. Bu durum, karar alma mekanizmalarının demokratik değil, şirket dostu bir yapıya dönüştüğünü gösteriyor. Oysa iklim adaleti, sadece çevreyi değil, aynı zamanda toplumsal eşitliği ve katılımı da gözetmek zorundadır.
Tasarıya yöneltilen bir diğer haklı eleştiri de "yeşil dönüşüm" adı altında yeni rant alanlarının yaratılmasıdır. Güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının teşvik edilmesi olumlu gibi görünse de (ki bu bile bilimsel olarak tartışmalıdır), bu yatırımların da aynı neoliberal modelle, yerel halkın rızası olmadan, tarım arazileri ve doğal alanlar üzerinde kurulması muhtemel gözüküyor. Yani bir yandan karbon salımı azaltılmak istenirken, diğer yandan ekolojik dengeyi bozacak yeni projelere alan açılıyor.
Gerçek bir iklim yasası, doğayı değil şirketleri sınırlar. İklimi değil, sermayeyi kontrol altına alır. Bu tasarının, halkın ve doğanın değil, çıkar gruplarının ihtiyaçlarına göre şekillendiği çok açıktır. Şimdilik bu yasa geri çekilmiş gibi duruyor, ancak önümüzdeki günlerde yeniden tartışılması muhtemeldir.
Aksi takdirde, bu “İklim Kanunu”, sadece bir yeşil perde olur; ardında kara bir geleceği saklayan…
Yıldıray ÇIVGIN