Issız dağ başlarındaki “kuleleri” sevmişimdir hep.
Yalnız ve sessizdirler ama “ufukları” vardır.
Birbirlerine de hiç benzemzler.
İmrenilesi bir duruşları vardır, çekici olmaları da bundandır sanırım.
Kaleleri de severim.
Aslında Şehirler kalesi olanlar, olmayanlar diye ikiye ayırılmalı, kaleli olanlara öncelik tanımalı.
Böylece gözümüz yükseklerde olur. Hemen orada oluruz.
Şehri kuşbakışı seyreder, sonra da sokaklarında kayboluruz.
Kalesi'ne çıkmadan Bitlis’i, Afon’nu, Kütahya’yı, Sivrihisar’ı, Akropol Tepesine tırmanmadan Sardisi, Metristepe’ye, Dua Tepe’ye, Kocatepe’ye tırmanmadan Kurtuluş Savaşı’nın mevzi ve mevkilerini nasıl görebiliriz?
Çekinmenize gerek yok aslında. Issız kuleler gibi, ıssız kaleler de bize benzerler. Onlar da yalnızdırlar, çabuk anlaşır, kaynaşırsınız…
Ufku olan insanlar gibi, ufuklu mekanlar da geliştirir, zenginleştirir insanı.
Böyle ufuklu dostları ve ufuklu mekanları olmalı insanın.
Kaz Dağları eteklerinde Adatepe Köyü böyle mekanlarımdan biridir.
Taş evlerden müteşekkil bir köy. Gerisinde hâkim bir tepe. Zirvesinde dev kaya.
Üzerinde mitolojik Tanrı Zeus’a ait bir Sunak.Üzerine çıkıldığında, ufuk çizgisine dek uçsuz bucaksız manzara.:
Parlak güneş. Aşağıda Körfez, ufukta Midilli, Ayvalık adaları. Önde zeytin ağaçları, arkasında yar. Sarı Kıza yükselen kekik kokulu dağlar.
“Ufuk çizgisi” gözle görülebilen son noktaymış.
"Gözün" işi bitiriyor burada. Duyu organları artık işe yaramıyor.
Fakat insan orada durmuyor, ötesini de merak ediyor. Görünenin arkasındaki görülemeyeni, numeni…
Göz aradan çıkınca, bir başka idrak başlıyor hemencecik, “zihin" devreye giriyor. Uçsuz bucaksızlığı, sonsuz evreni, bâki olanı anlamaya çalışıyor.
Ne yazık ki, zihin de yorgun düşüyor.
Sınırlı zihin, uçsuz bucaksızı, ebedi olanı, kuşatamıyor, ihata edemiyor.
Sonra bir başka boyuta geçiyoruz.
Hayalin sınırı yok ya. Bu defa “hayal” etmeye çalışıyoruz, binlerce sonsuzluk tasarımı tahayyül ediyoruz. Göz ve zihin sınırlı, bir yere kadar götürüyor insanı, hayal de bir yere kadar.
Sanırım, duyum, zihin ve tahayyül aşaması sonrasında, sınırlı (sonlu-fani) olanın, sınırsız (sonsuz- bâki) olanla ilişkisi “inanç alanında" sürmeye devam ediyor.
"Engin" sözcüğü, sınırlı varlığımızın farkındalığıyla ilgili hoş bir sözcüktür.
Gaston Bachelard, "Mekanını Poetikası"nda, içsel mekanımızın da sonsuzluğundan söz eder.
Belki de ruhumuzdan.
Baudelaire'den ödünç alarak, "enginlik" der buna.
Ve Şöyle devam eder;
" psikyatır olsaydım. Hastaya nöbet başlar başlamaz bu sözcüğü, çok alçak sesle okumasını salık verirdim. Bu sözcük bize, içimize sıkıntı veren düşsel hapishanelerin duvarlarından uzakta, ufuklarda duran havayı solumayı öğretir".
Kaleler, kuleler, zirveler, seyir tepeleri…
Ufuk ötesini düşünme, düşleme. Gözün ve zihnin sınırlarını fark etme imkânı sağlar.
Ve "enginlik".
Gaston Bachelard’ın ifade ettiği gibi, içimize sıkıntı veren düşsel hapishanelerin duvarlarından bizi kurtaracak sese kulak vermeliyiz.
"Gel ha gönül havalanma /Engin ol gönül engin ol
Dünya malına güvenme/ Engin ol gönül engin ol”
Gaston Bachelard’a göre, dışarıdaki uçsuz bucaksızlığı görmenin yolu içimizdeki "enginlik" dir.