Hasan Ali Toptaş, denemelerinden birinde hatıralarını anlatır.

 Toptaş, kasabasına her gelişinde yayımlanmış kitaplarından birer ikişer anne babasının evine bırakır. Annesi okuma yazma bilmiyordur; babası ise merak etmediğinden kitapların hiç yüzüne bile bakmamıştır. Sorulsa adlarını dahi bilmez. Hep oğlu yazmıyormuş gibi davranmış, bu konularda hiç konuşmamış; bıraktığı kitaplar öylece evin bir köşesinde durmuştur.

Daha doğrusu, Toptaş öyle durduğunu zannetmektedir. Oysa kitaplar dağılıp gitmiştir. Eve gelenler, “Hele bir bakalım” diyerek kitapları alıp götürmüş, bir daha geri getirmemişlerdir. Kasabaya her gelişinde annesi:

 “Ben unuttum, onlar da getirmiyorlar” diye yakınırmış.

Bir keresinde annesi, “Bir kitabın kaldı evde; onu da baban kimseciklere vermiyor” deyince, Toptaş çok sevinmiş, ne yapacağını, hangi tarafa dönüp nereye bakacağını bilememiş.

“Sadece bir kitabın kaldı, Hasan’ım. Onu da baban kimseciklere vermiyor.”

Biraz daha sevinmek ve sevincini pekiştirmek için annesine sormuş:

“Neden vermiyor anne?”

“Neden olacak, oğlum? Kitabın boş yerlerine telefon numarası yazdı da ondan.”

8 Ocak 2015 Çarşamba günü, gece 23.43’te öğrencim Yusuf Çopur’dan bir mail geldi:

Hocam…

Selim Bey’i kaybettik…

 Ne çok konuşmuştuk sizinle…

 Bir yağmur yolcusu…

Gitti…

Usta yazar Selim İleri ile ilk ve son kez yüz yüze gelmem, 2001 yılında İzmir Kitap Fuarı’nda oldu. “Bu Yaz, Ayrılığın İlk Yazı Olacak” kitabını imzalatırken kendisiyle bir miktar sohbet etmiştik. Mütevazı, mütebessim, incelik abidesi biri karşısında olduğumu hemen fark etmiş ve kendime çeki düzen vermek zorunda kaldığımı çok iyi hatırlıyorum.

Daha sonra kitaplarına, Yalnız Okurlar İçin’e, gazete yazılarına yöneldim ve onun sinema senaryolarını keşfettim. Kısa cümlelerine hayran kaldım. Birçok sinema filminin senaryosunu yazdı; hatta film de yönetti. Hele ki senaryosunu yazdığı, izlemekten bıkmadığım Askerin Dönüşü filmi…

Bu eser, hem toplumsal bir sorunu yüzümüze vuruyor hem de bireyin vicdan azabını derinlikli ve incelikli bir dille yüreğimize nakşediyordu. Bir röportajında, “Allah kimseyi kelimesiz bırakmasın. En çok korktuğum şey kelimesiz kalmak” diyordu. Bu sözü, onun edebiyatına duyduğu derin bağlılığın en güzel kanıtıydı.

Öğrencim Yusuf Çopur, Selim İleri’nin en yakın dostlarındandı. Hatta aile dostuydu. Yusuf Bey, onun edebi dünyasından ve kişisel zarafetinden o kadar etkilenmişti ki ilk çocuğuna “Selim” adını vermişti. Selim Bey de küçük Selim’e “vefat ettiğinde açılmak şartıyla” bir mektup bırakmıştı.

Vefatının ertesi günü Yusuf beni telefonla aradı:

Hocam, yıllarca ne çok Selim Bey’i ve eserlerini konuşmuştuk. Gece uyku tutmadı. Hiçbir şeyin anlamı kalmadı. Tek başıma sahilde dolanıyorum. İstanbul’un da hiçbir önemi ve anlamı kalmadı. Yarın resmi tören olacak, bilindik şeyler söylenecek. Ben mezarlığa gideceğim. O, Mezarlıkta beni en son terk eden, beni en çok sevendir derdi. Ailecek mezarına gideceğiz ve oradan en son ayrılacağız” dedi.

 Birkaç saati bulan konuşmamız, onu tam anlamıyla teselli edememişti.

Bütün duygularını yaşa, Yusufçuğum. Selim Bey eserlerinde ve okurlarının kalbinde yaşamaya devam edecek. Yıllardır biriktirdiğiniz anılarınızı ve zengin arşivinizin ‘off the record’ olmayan kısımlarını, inşallah senin nitelikli ve incelikli kaleminden okuma bahtiyarlığına erişiriz,” diyerek sohbeti noktaladık.

Usta yazar Selim İleri’ye Allah’tan rahmet, sevenlerine başsağlığı diliyorum.

 Yeri doldurulamayacak biriydi.