Haziranlar sizin için artık mezuniyetin simgesi oldu.

 Her birinizde tarifsiz bir telaş ve heyecan var ki sormayın.

Kiminiz tek başına, kiminiz arakadaşıyla, kiminiz de ailenizle birlikte gelirsiniz vedalaşmaya.

Bazılarınız da eşi ve çocuğuyla…

Çayınızı yudumlarken odamda “Hocam dört yıl ne de çabuk geçti, anlayamadık" derdiniz.

Ben de size Muhibbi’den bir beyit okurdum. Muhibbi de kim demezdiniz.

" Olsa kumlar sağışınca ömrüne hadd ü aded

Gelmeye bu şîşe-i çarh içre bir sâ’at gibi”

Dilimin döndüğü kadarıyla açıklaya çalışırdım.

"Kum saatinin içindeki kumların çokluğuna aldanmayın, yavaş yavaş dökülse de  gün gelir biter, zamanınızı iyi değerlendirin, arkadaşlar", derdim.

Hak verirdiniz bana.

İlk yıl ürkek ürkek dolaşırken, ikinci yıl kendinize benzeyen, kalıcı dostlar edinirdiniz.

Üçüncü yılda, zamanın ne de çabuk geçtiğini fark edip, istikbal kaygısıyla, sınav planları yapardınız.

 Son sınıfta ise, anlamsız mülakatın kalkması umuduyla, KPSS’den başınızı kaldıramadınız.

Hasılı kelam arkadaşlar.

Konuştuğumuz gibi zaman hızla gelip geçiverdi.

İşte Mezunsunuz

Yeni bir hayatın kapısına dayandınız.

Dört yıl boyunca, sakin Anadolu şehrinin yokuşlarında, bekar evlerinde, yurtlarda, kantinde, pazarda, marketlerde, garaj, berber ve hastahane koridorlarında unutulmaz   izler bıraktınız.

 Derslerde sınavlarda bir ömür yetecek anılar biriktirdiniz.

Sevinçler...hüzünler yaşadınız.

Farklı arkadaşlar tanıdınız.

Adını bile daha şimdiden hatırlayamadığınız, ya da hiç unutamayacağınız hocalarınız oldu.

Belki kimileriyle hiç göz teması bile kurmadan mezun oldunuz.

Kimileriyle bol bol selfi çekildiniz.

Kimileriyle de dertleştiniz.

Her ortamda söylemişimdir, hatırlarsınız.

Bizlerin iyi bir tarafını görmüşseniz alın onu, kötü tarafımızı görmüşseniz da uzak durun ondan.

Bu tutumun, insanın kendini inşa etme sürecinde, çok işe yarayabileceğini düşünüyorum.

Sizlerle hatırı sayılır birçok ortak anılarımız oldu bu sureçte.

Sabah derslerimizi unutmak mümkün mü ?

Uykusuz gözler.

Kahvaltısız sabahlar.

Görünüşte dinlemeler.

Nefes nefese yetişmeler.

Hocam girebilir miyim, ricaları.

"Geç bakalım" 

 Sümerli çocuğun günlüklerinden söz ederdim.

" Sabahleyin erkenden kalkarım, kahvaltımı eder, şugabbamı (ev ödevi) yapar, tablet evine (okul) giderim, geç kalmak istemiyorum…"

"Bakın çocuklar... altı bin yıl önce Sümerli Çocuk bile geç kalmazdı…MS. 21. yüzyılda bir insan nasıl geç kalabilir..."

Gülüşmeler…Gülüşmeler… kendinize gelirdiniz biraz.

Sabah derslerindeki anılar unutulmaz...

Zaman zaman refleksiyon yaparak, dönüp kendime baktığımda şunu görüyorum.

 “Öğrenci milleti” gözüyle bakmadım sizlere hiç.

Her birinizi farklı, orjinal ve zengin bir dünya olarak gördüm.

"Her şeyi en iyi ben bilirim" iddiası taşıyanlara, hep tebessüm etmişimdir.

Sokrates'in, "neyi bilip bilmediğimi biliyorum" sözü.

Hz. Ali ya da İmam-i Azam'a atfedilen " bilmediklerimi ayaklarımın altına koysam, başım arşa değerdi"   aforizması tevazuya çağırır insanı.

Eğitimin ölünceye dek devam eden entelektüel bir süreç olduğu akıldan çıkarılmamalı.

Bu bağlamda, her birinizden çok şeyler öğrendigimi de söylemeliyim.

Bu süreçte bana kattığınız değerler ve öğrettikleriniz için her birinize ayrı ayrı teşekkür ederim

Galiba hep öğrenci kalmalı insan...

Nihayet, örgün eğitim de tören faslı da bitmiş, ayrılık zamanı başlamıştır.

Vedalaşmaya gelirsiniz.

" En zor "anlardır, bu anlar.

Artık İlk yıllardaki O toy çocuk gitmiş, olgunlaşmış, hakkı hukuku özümsemiş, insan olmanın erdemlerini tatmaya başlamış, geleceğe dair yoğun endişelerine rağmen, donanımlı, hayata atılmaya hazır, özgüvenli gençler vardır karşınızda.

Gizlemeye çalıştıkları gelecek kaygısı yüzlerinden okunur.

Sanki mezun olmakla suç işlemiş gibi, yarı mahcup bir eda ile:

" Hocam hakkınızı helal edin, her şey için teşekkür ederiz, emeğiniz çok, Allah razı olsun" dediklerinde.

Göz göze gelemezsiniz.

Ne söyleyeceğinizi de bilemezsiniz. Kem küm edersiniz.

Uzun eğitim sürecinde yaşanan en yalın, en doğal, en insani hal "o an" yaşananlardır.

Gerisi formaliteden ibarettir.

Bir yüreğe dokunamadan geçip gidenler anlayamaz bunu.

Her yıl Nisan aylarında alelacele gelip geçiveren erguvanları hatırlatır insana.

Ve Hilmi Yavuz'un "Erguvani Şiirleri" hücum eder yüreklere.

" Erguvanlar geçip gittiler bahçelerden
geriye sadece erguvanlar kaldı.

 Bahçelere özenecek ne vardı?
işte tenhâ her yanımız, hep tenhâ...”

…………

Yolunuz açık olsun.