Ölümünden sonra “Şiir yazdığını bile bilmezdim. Bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı” diyen eşine bir şiirinde “Yabancıların en yakınıydın sen!” diye seslenen,”İnsan tek başına dağ olamıyor bazen dediğinde etrafı kuşatılmış devasa bir yalnızlığıyla duyulmaya, görülmeye, anlaşılmaya hasret bir kadın...
Anlaşılmadan yaşanan bir hayatın sancısını, O’nun yazdıklarına dokunurken, dizelerinde gezinirken, parmaklarınızın yanmasına aldırmadan, hangi yaşanmışlıklarına veya yaşanamamışlıklarına tanık olmanın sersemletici acısının baştan aşağı sizi sarmasına aldırmadan...
“Yalnızlık” şiirinde “Kimse duymuyor çığlıklarımı /Duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor” derken, bazen en derin uçurumların en yakınınızdaki insanla oluştuğu yüzünüze bir tokat gibi iner. İnsanı en yakını bile anlamamışsa yaşama nüfuz eden anlamsızlığın katkısı, trajik bir durum olsa gerek. Kimse tarafından dinlenmiyor olmak şöyle dursun, en önemlisi insanın en yakını tarafından bile dinlenmiyor olması, duyulmuyor olması, hüznün en uç noktalarında sürekli savrulup durmaktan başka nedir ki ?
Okuması ve okunması zor şairlerdendir, okurken cümleler boğazınıza düğümlenir, yutkunmakta zorlanırsınız, göğsünüz sıkışır, hele O’nun hayatını da az çok öğrenmişseniz, zaman bir dişli makine görevi görür, dakikaların arasına sıkışıp kalırsınız artık nefes almak bile canınızı yakar..
“Gerçek bilinsin, diliyoruz,
düz, eğri, çapraz ya da değirmi.
Güzeldir açığa çıkışı yüreğin,
sen bil ki ben de seveyim!”
Sürekli yazdıklarında hayatı anlamlandırmaya çalışma çabası vardır, bu çaba ile sürekli yalnız başına çırpınıp bir türlü karaya ulaşamadığına tanık olursunuz...dünyasında doğan, batan güneşleri, anlatamamanın isyan dalgası sizi beraberinde sürükleyip durur. Belki de en yakını tarafından bile anlaşılmamaktan bıktığından olsa gerek gizli gizli yazdı, geride bizlere ilmek ilmek işlediği hüznü kaldı...
O’nu okudukça sanki okyanusun ortasında tekneniz fırtınaya yakalanmış üstelik de tek başınıza kalmış, ufuk çok uzakta, savunmasız, çırılçıplak yalnızlığın ortasında boğuluyorsunuzdur, karadan eser yok, yardıma gelen hiç kimse yok!
“Beklentim yokmuş gibi davranıp içime dünyalar kadar umudu sığdırmaktan yoruldum” dediği yerde bir bulut başınızdan aşağı içini döküp gider.
“Her şeyi yazmıyorum, korkuyorum, yazarsam çok dağılacağım gibi.” diyen “Kemdimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer...” diyerek içsel yalnızlığını kağıt ve kalemi ile paylaşmak ve yetinmek zorunda bırakılan...
O’nu her okuduğunuzda gözlerindeki hüzün inatla karşınıza dikilir, sonra anlaşılma inancını yitirmiş, naif bir kuğu anlaşılamamışlığın kitabını bırakıp “Ey iki adımlık yerküre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben” der, boynunu bükerek uzaklaşır geride “ Her şeyin sürekli kirlenişi” ile bir dünya kalır...
13 Ekim günü 29 yaşındayken “Hiç gönlümü almadılar benim, ben hep kendi kendime bir köşede affettim herkesi.” diyerek aramızdan ayrıldı
Beni az çok tanıyanlar bilirler, çizgileri belli günlerle sınırlandırılmış, belli günlere sıkıştırılmış, görev haline getirilmiş, maneviyattan uzak kutlamalardan çok haz almadığımı bilirler.
Bu dünyadan anlaşılmaya hasret kalarak göçüp gitmiş bir kadın fazlasıyla anılmayı hak ediyor, bunu en fazla hak edenlerden biri hiç kuşkusuz ki, gözlerinden daimi bir hüznün dalganıp durduğu Nilgün Marmara’dır.
Umarım gittiğin yerde etrafın seni anlayanlarla kuşatılmıştır.
Ruhuna nurlar konsun Zelda...