Bir yandan aklımın ucunda dinmek bilmeden kanat çırpıp duran kuşlar, bir yandan da içimde yarım kalan bir hikâyenin tamamlanacağı hissi ile yola düşmüştüm, dilleri henüz çözülmemiş, haklarında fazla bilgi olmayan, okuduğum birkaç bilgi kırıntısı ve yıllar yıllar önce uzaktan merakla bakıp geçtiğim bir iki yerleşim yeri dışında, bilgiye aç ve susuz, bilgiyi kaynağından, susuzluğumu pınarlarından kana kana içmenin heyecanı ile Frigya’ya doğru.
1-3 Temmuz tarihlerinde Afyonkarahisar ve Eskişehir bölgesindeki yerleşim yerlerini nihayet yerinde ve konunun uzmanı rehber eşliğinde dinleyerek öğrenme fırsatı buldum.
M.Ö 725-695 Orta ve Güneydoğu Anadolu’ya egemen, çok güçlü krallıkları olan, maden, ağaç işçiliği ve dokumacılıkta dönemin Helen’li ustaları tarafından taklit edilecek kadar gıpta edilen.
Kaya mimarisi ile benden âlâ medeniyet mi var dedirten.
Müzikle araları daima güzel olan Frig gamının ve flütün mucitleri, batıdan kalkıp yolları aşıp, İç Anadolu’ya gelip tarımda harikalar yaratmayı başaran ve ilk çağda Kimmerler tarafından yıkılsa bile günümüzde hâlâ yaptıkları silinmeyen gizemini korumaya devam eden Frigya.
Bozkırın orta yerinde bu kadar devasa yapıtları hangi motivasyonla hangi güçlüklerle ve hangi eziyetlerle yaptıklarını düşünüp durdum. O çağda yaşayanların nasıl hayat şartlarına sahip olduklarını ve buna rağmen nasıl başarıya ulaştıklarını...
Gezi boyunca neden bir Likya yolu ve Karia yolu kadar konuşulmadığını sorguladım, denizinin olmaması, alışveriş yapılacak yerlerin az olması mı? Sert iklim şartları mıydı?
Dokumacılıkta ağaç ve maden işçiliğinde güzel eserler yapan, kaya mimarisi ile kendine hayran bırakan Frigya’ya neden üvey evlat muamelesi yapıyorduk.
Bayramaliler kalesinden uçsuz bucaksız ovaya bakarken başı okşanmaktan imtina ile kaçınılan, eskiden dumanla haberleştikleri karşı kalelerden gökyüzüne sessiz ağıt ve gözyaşları yükseliyordur belki de…
Göynüş vadisinde hayranlıkla yürürken, daha bizim olana neden daha uzak durmaya çalıştığımıza içerlemiş olabilirlerdi...
Fotoğraflarından daha alımlı ve güzel duran Kırkgöz mağarasını gördüğüm an yaşadığım hayrete çaktırmadan gülmüş de olabilirler, bilemem...
Bir film platosunu andıran Ayazini’nden geçip Kapadokya gibi reklamı yapılmayan güzellikte ise Kapadokya’dan geri kalmayan şahane Ayazini peripacalarına selam verip Avdalaz Kalesinin zirvesinden bütün ovayı kucaklamak ve Frigya’yı selamlamanın güzelliğini kelimelere sığdırmak mümkün değil…
Yazılıkaya’nın 10 km’lik etabının sonlarına doğru baskın yedikleri için Friglerin yarım kalan anıtını gördüğüm an bir hüzün kuşu usulca gelip omzuma kondu "Karşında her zaman duvar var sanma, kapı var san.” diyerek... Sonra aklımda kanat çırpan kuşlar sustu ve neden hikâyenin yine yarım kaldığını anladığım an göz pınarlarımla epey bir süre mücadele etmek zorunda kaldım.
Tüm o kavgalar savaşlar ve nefretler hiç bitmeyecekmiş gibi yaşanılan hayatlar...
Antik kentlerle ilgili daha önce yazdıklarımı belki okuyanlarınız vardır, Antik kentlerin ideal sorgulama yerleri olduğunu düşünürüm.
Çok önemsiz detaylara sahip hayatlar yaşadığımızı, yüzümüze vuran yegâne yerlerdir.
Antik kentler; ne kendini çok önemli gör ne de yaşadığın bu hayatı, hayat sizden uzun dünya sizden çok daha yaşlı der...
Asırlardır ayakta duran Yazılıkaya’dan Muşkili Mita ezgileri akıyordur belki kim bilir...
Bu vesile geziyi programlayan ve rehberliğimizi yapan İlçemizin yaşayan değeri Şaban Çetin hocama ve anlayarak, dinleyerek, ve saygı ve dayanışma ile yol aldığım ekip arkadaşlarıma çok teşekkür ederim.