Geçmişin sadece fotoğraflar da kaldığını, her anın elmas kadar kıymetli olduğunu, bir saniyesinin bile geri gelmediğini, eski resimlere baktığımızda anlıyoruz. Her şey eskiyor zamanla, insanlar ve eşyaları aynı tazeliğinde koruyan tek şey fotoğraflar da kalıyor.
Her karesi bizi çekildiğimiz yaşta saklayan, donduran ve gelecek nesillere aktaran bir kütüphane gibidir.
İnsanlar hatıralar oluşturmak, düşünceleri yaymak, doğa ve hayvanlar âleminin gizli yönlerini görmek ve göstermek, gizli bilgiler elde etmek, hoş vakit geçirmek, gezilen yerleri belgelemek gibi sebeplerden dolayı kendine bir anlatım yöntemi olarak fotoğrafı kullanmaktadır.
Nitekim bu şekilde bir anlamda , geçmiş ile gelecek arasında köprü görevi de kurulur. İnsanlar tarih boyunca gelecek nesillere bir şeyler bırakma çabasına girmiş olup, ilk çağlardan itibaren kalıcı eserler bırakmışlardır.
M.Ö bile mağaralara yaşadıklarını çizmişler ve geleceğe geçmişi taşımanın yollarını aramışlardır.
Kazara elimize geçen bir fotoğrafımız zaman ile olan savaşta ne kadar yorulduğumuzun ve mağlubiyetimizin belgelendiği en önemli delillerinden biridir.
“Fotoğraf, dünyanın her köşesinde anlaşılan tek dil’dir ve bütün ülkelerle kültürler arasında köprü kurarak insanlık ailesini birbirine bağlar.’’
Siyasal etkilerden bağımsız olarak insanların özgür yaşadıkları yerlerde fotoğraf, hayatı ve olayları doğrulukla yansıtır, başkalarının umutlarıyla çaresizliklerini paylaşmamıza imkân tanır, siyasal ve toplumsal koşulları aydınlatır. Böylece, insan türünün insani ve insani olmayan yönlerinin canlı şahitleri haline geliriz.
Önceden siyah beyaz olan fotoğraflar dan sonra, şimdi teknolojinin gelişmesinden dolayı oldukça güzel eserler ortaya koyulmaktadır.
Fotoğraf kışa hazırlanan konserve gibidir. Yıllar geçse de yaşlansak ta fotoğrafta çekildiğin yaştaki gibi kalıyorsun. Hangimiz o yaşlarda kalmak istemeyiz?
Montaigne, “Dünya’da en önemli şey kendi olmayı bilmektir” der. Çekildiğimiz resimlerde tek değişmeyen kendimizdir.
Hayatımızın belgeselidir fotoğraf , bir daha yaşanmayacak olan anları ölümsüzleştirdiğimiz geçmişin senedi gibidir.
Kendi öz kimliğini keşfetme ve ortaya koyma çabası içindeki insan, kendi var oluşu üzerinden yaşamının görsel bir kaydını tutmuştur.
Kendini fotoğrafının nesnesi haline getirme ya da kamera önüne geçerek kendini fotoğrafa yerleştirme yoluyla fotoğrafçının mahremini dışarıya açması ya da bu yolla kendi yaşamını görünür kılması, bir üslup olarak kullanılmaya Nan Goldin’le başlar.
Fotoğraf doğası gereği, bu aktarımı gerçekleştirebilecek en etkili sanatsal anlatım biçimlerinden biridir.
Kendini tanımlama ve bilme anlamında ele alındığında fotoğrafın, benlik çatışmalarından doğan gerilimin rahatlatılmasında diğer sanat dallarına kıyasla sonuca en hızlı ulaşılan bir araç olması ve bu nedenle varoluşsal bir dil olarak kullanılması da amaca dair bir tutarlılık göstermektedir.
Fotoğraflar insanın günlüğüdür, ne kadar çok şey kaybettiğimizi, geçmiş yaşamını fotoğrafları aracılığıyla görmüş ve kendimizle bu sayede yüzleşmiş oluruz.
Ve sonrasında albümlere bakınca zamanın ne kadar anlamlı olduğunu da görüp ve anlarız.
Varlığının, var olmama durumuyla sürekli bir tehdit altında olduğunun kaygısını taşıyan insan, dünya içindeki var oluşunu çeşitli anlatım biçimleri aracılığıyla dile getirir.
Anılarımızı kaybetmemek için fotoğrafları birer ayna işlevi olarak görüp, geçmişle geleceğin arasındaki bütünlüğünü geri kazanma çabası içindeyiz.
Giderken bir de yadigâr olmak üzere fotoğraf bıraktı.)" demiştir (Ö. Seyfettin). Ne yaptığımızdan çok , ne bıraktığımızdır asıl önemli olan.