Sokakta yürürken kendi kendine gülenleri gördükçe, şaşırırdım eskiden.

Artık şaşırmıyorum, kanıksadım.

Ben de bu kervana katıldım son günlerde.

Böylelerine deli derler deniyor ya, olsun.

Ne yapayım kendimi tutamıyorum bazen.

Başkaları nelere gülüyor bilemem.

Ama birilerinin gözüne girmek için olmadık “şaklabanlık” yapanları gördükçe başlıyorum kendi kendime gülmeye.

Ne birilerinin “Gözüne girmek”le, ne de “gözünden düşmek”le ilgilenirim.

Anonimleşip, herkesleşenlerle de işim olmaz hiç.

Daha çok “göz göze gelmeyi” severim ben.

İnsanlarla.

Hayvanlarla.

Gözler; İç dünyamızın renkli ekranı, ruhumuzun MR’ı.

Düşerim diye korkulan derin kuyu.

Söz takla atmaya müsait olsa da, göz buna müsaade etmez.

Bundan sebep göz göze gelemediklerimle “sahih iletişim” kuramam.

Bilindiği gibi, sanayi devriminden sonra, “görüntü”nün artmasıyla modern toplum “göz toplumu” oldu. Kulağın değeri düştü.

Her şeyi “sözle beyana” gerek kalmadı. Beyanla birlikte sahibinin de değeri düşmeye başladı.

Bu yüzden olsa gerek, Nasrettin Hoca’nın kürkü bir hayli kıymete bindi.

Bilgilenme bakıp geçmeye indirgendi.

 Derinlik kayboldu.

 “Derinden bakınca gözlerinize, neden başınızı öne eğdiniz” şarkısı, görselliği, tenselliği öne çıkaran anlayışlara ne söyler bilemem.

Filmlerde dizilerde gözler zumlanarak yapay aşklar elde edilmeye çalışıladursun, bırakın taa derinlere bakmayı, birbirimizin canlı gözlerine bile bakamaz olduğumuzu düşünüyorum.

Belki de İçimizi deşifre edecek diye korkuyoruz.

Kim bilir...

 Göz göze gelmek; bazen tebessüm, bazen sevinç, bazen de hüzün yaşatır insana.

Doğaldır bu.

Sevene dil çıkaran bir bebeğin gözü mesela…

Ya da yıllar sonra ataması yapılan genç bir öğretmenin ...

 Umut kalmamış bir hastanın gözünü düşünün. Karşılaşsak, göz göze gelmeye cesaret edebilir miyiz, etsek bile kaç saniye kalabiliriz?

Denir ki insan insandan geçe geçe insan olur.

Kendi mağrasından çıkamayanlar çiğ kalır, kekreleşir.

 İçine düştüğüm bir avcı muhabbetinde, yaralanmış bir avın merhamet arayan bakışlarıyla göz göze gelseniz ne yaparsınız diye sorduğumda, keser yeriz, cevabını almıştım.

Peki siz dağcılar ne yapardınız diye sorduklarında, yaralarını sarar, dönüşte hayvan hastanesine teslim ederiz demiştim.

Baya bir sessizlik olmuştu.

Kaz Dağları Milli Parkı’nda Sarı Kız Zirvesi’nden ormanlık alana girişte ansızın ürkek bir ceylanla göz göze gelmiştik.  İkimiz de ne yapacağımızı bilemeden upuzun bakıştık. O anda Bergama Geyikli Dağda yatan “Geyikli Baba”nın hikayesi geldi aklıma.

 Derler ki ava giden komutan yavrularıyla gezen bir geyiği vurmuş. Onun yaşlı gözlerle yavrularına bakarak ölmesine dayanamayan avcı da orada düşüp ölmüş. Dağın doruğundaki mezara geyikle birlikte gömülmüş.

Aydınlanmacı düz bir zihin bu anlatıyı, saçma, irrasyonel bulabilir.

Sorun değil.

 Kültürel antropoloinin bize öğrettiklerine göre, efsane, menkıbe ve mitoloji gibi örtük anlatıların doğruluğuna yanlışlığına bakılmamalı. Onlar, anlatıları üreten insanların duygu ve düşünce dünyalarını ifşa ederler.

Yıllar önce izlediğim bir filmde, çok sevdiğim Rahmetli Haluk Kurdoğlu, ön yargılarla idamına karar verdiği günahsız bir gencin asılmasına neden olmuş, gerçek suçlu teslim olup, gencin suçsuzluğu anlaşılınca da vicdan azabıyla, yargıçlıktan istifa edip kendi kendini sorgulamaya başlamıştı. Masumiyetine inanmadığı O göz peşini bırakmamış, hiç gözünün önünden gitmemişti bir türlü. Niçin istifa ettiniz diyenlere   O davudi sesiyle:

Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz” demişti.

Göz, göze ağlarsa yeşerir yeryüzü.

Hasılı kelam.

Göz göze gelmenin dostluğa atılmış ilk adım olduğunu düşünürdüm ben.

Meğer daha ötesi de varmış.

Bizler, Noosferimizde debelenip birbirimizin başını gözünü yararken, Yunus tarihi yarıp gelen ifadesiyle  bakışı daha derinlere daha ötelere taşımış.

Dostu görmez baş gözü, ayrıksı basar gerek...