Almanya’nın küçük kasabalarının birinde yaşayan öğretmen’inin bir oğlu dünyaya geldi. Zaman bin sekiz yüz lü yılları yaşıyordu. Mutsuz bir aile hayatı olan Karl henüz çok küçüktü. Babası O’nu bir Fransız yetimhane sine vermek zorunda kaldı. Belki de olumsuz ortamdan kurtulmuştu. Geçen zaman içinde Karl burada miço belgesi alarak gemilerde çalışmaya başladı. Çalıştığı gemi limandan ayrılarak İstanbul’a doğru hareket etti. Henüz on iki yaşındaydı.
Gemi İstanbul boğazına doğru yol almaktaydı. Karl şehrin büyülü güzelliğine tutulmuştu. Boğaz geçişi sırasını bekleyen gemi Kız Kulesi yakınlarında demir attı. Şehrin güzelliğine teslim olan Karl bu fırsatı kaçırmak istemedi. Denize atladığı gibi soluğu Kız kulesinde aldı. Kule bekçisi Karl’ı denizden çıkardı. Bu küçük çocuk ‘’Beni sakın gemiye verme ben burada kalmak istiyorum ‘’diyerek yalvardı.
Osmanlı ile Almanya arasında yaşanan kıriz nihayet Karl’ın İstanbul’da kamasıyla son buldu. Osmanlı vatandaşı olan Karl’a Mehmet Ali adı verildi. Askeri Liseden sonra Harbiye’yi bitirip subay oldu. Kırım ve Bosna savaşlarında görev aldı. İkinci Abdülhamit zamanında ‘’Paşa’’ ünvanı aldı. M. Ali Paşa’nın dört kızı oldu. Kızlarından Leyla hanımın Celile adını verdikleri bir kızı dünya ’ya geldi. Celile bir sanat insanıydı ilk kadın ressamlarımızdandı. Celile hanım ’ın Bin dokuz yüz yılı başlarında Selanik’te bir oğlu dünya ‘ya geldi. Mehmet Nazım ismine babadan da Hikmet gelince Mehmet Nazım Hikmet olarak hayata başladı.
Nasıl bir hayatı olacağını, yolda nelerin karşısına çıkacağını ne tür acılar, ne tür sevinçler yaşayacağını bilmesi mümkün değildi. Sevgi yolunu seçti. Mücadele insanı oldu, emek dostu oldu, emekçi insanı oldu seçtiği bu yolda başına neler geleceğini biliyordu. Büyük aşklar yaşadı. Ayrılıklar yaşadı. Özlemlerle kavruldu. En güzel Türk dilini kullanarak yazdığı şiirleriyle insanlara dokunmayı başardı. Bu yolda ömrünün en güzel yıllarını hapishanelerde geçirdi. Her şeye rağmen şiirlerinden ve sevgilerinden hiçbir zaman vaz geçmedi.
Ülke ve İstanbul işgal altında. Kar İstanbul’u beyaza boyamıştı. Dondurucu ocak ayının bir gününde ‘’Yeni Dünya ‘’isimli gemi Sirkeci’den hareket etmek üzereydi. Pamuk balyaları yüklü gemide Faruk Nafiz, Vala Nurettin, Yusuf Ziya ve Nazım Hikmet vardı. Kız Kulesine yaklaşan gemideki yazarlar pamuk balyaları üzerine uzanmışlardı. Yürekleri patlayacak gibiydi. Kuleye yaklaştıkça heyecan zirveye ulaştı. Nihayet İngiliz askerleri çok detaya girmeden gemideki aramayı bitirdiler. Geçiş iznini verdiler. Pamuk balyalarına gizlenmiş silahların Anadolu’ya ulaşması kesinleşmişti. Yazarlar ve silahlar hep birlikte kurtuluş savaşına katılacaklardı.
Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet. En azılı düveller le dövüşüyordu fakat
Dövüşüyordu köle olmamak için iki kat. İki kat soyulmamak için. Hey gidi deli gönlüm.
Akıllı umutlu sabırlı deli gönlüm. Ya istiklal ya ölüm……dedi ve Ankara hükümeti O nu Bolu Öğretmen oklunda görevlendirmişti.
Şiir yazmaktan vaz geçmedi. Kurtuluş savaşından, Hiroşima’ya atılan bombada ölen çocuklara, kadar, emekçilerin mücadelesine kadar, sömürüden savaş karşıtlığına kadar, her yerde her alanda mücadele etti. Memleketinde hapishanelerde kalmaktan bıkıp usandı. Çok sevdiği memleketinden kaçmak zorunda kaldı. Memleketinden uzakta kalmanın hasreti derinleşmişti. Yaşarken olmasa da öldüğünde vatan hasretini bitirmek istedi. Anadolu’ya gömülmesini arzu etti. ’’Ölürsem o günden önce yani .Öyle gibi de görünüyor. Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni. Ve de uyarına gelirse, tepemde birde çınar ağacı olursa. Taş maş ta istemez hani ‘’diyen büyük ustayı anlatmak zor aslında. Kelimeler ve cümleler yetersiz kalır. Ölüm O’nu Haziranın başlarında yakaladı. Haziranda ölmek zordu. Şimdi toprağın altında yatıyor. Çok sevdiği memleketinde çok uzaklarda Sağır, kör ve dilsiz olarak. Moskova’da Novodevici mezarlığında gönüllerde ve kalplerde yaşayarak………