Anadolu Yaylasında, Ildızlı bir bozkır akşamı, mahalli sanatçı içli türküler terennüm ediyordu.
O kadar zaman geçti hala taze belleğimde.
"Aşkın mihrabına dönerse yüzün,
Gördüğün kadarsın, gördüğün kadar.
Gerisi nefrettir, gerisi hüzün,
Güldüğün kadarsın, güldüğün kadar..."
Dönüşte internette bulup tekrar tekrar dinlemiştim O türküyü.
Felsefi bulmuştum, hoşuma gitmişti sözleri…
Gördüğün kadarsın…bildiğin kadarsın…sevdiğin kadarsın… diyordu türkünün devamında.
Hepsi önemli kavramlardı benim için.
İnsanı anlatıyordu belli…
Benim dikkatimi “gülmek” çekmişti nedense.
“Güldüğün kadarsın”
Kim bilir, belki de biraz “gülme” üzerine düşünmek istiyordum.
Aman aman uzak dursun, gülmek de nereden çıktı, bizde gülecek hal mi kaldı, kimsenin gülecek hali yok valla, sen kendi kendine gül dur, geç bunları geç diyenlere sözüm yok.
Ben derim ki, “gülüş” varsa “umut” da vardır.
Bu gelimli gidimli dünyada o kadar ıstırap çekmiş ki insan, bütün canlı yaratıklar arasında, yalnız o gülmeyi, icat etmek zorunda kalmıştır der Nietzsche.
Yoksa bu kadar sıkıntıyı gülmeden atlatamaz insan…
İçten bir gülüş, terapidir.
Tedavi eder bizi bazen.
Nedir gülmek, diye bir arştırma yapılsa, gülme üzerine düşünenler kadar çok tanımı olduğu görülecektir.
Kimilerine göre protest bir tavır, kimilerine göre komik bulduklarımıza verdiğimiz cevap, kimilerine göre ise iç dünyamızı dışarıya vurup, yüz ifademize yansıtmak.
Gülmek deyip geçmemek lazım, Onun da çeşidi var.
Kahkahası, tebessümü, Erol Taş, Mona Lisa gülüşü, içten olanı, dıştan olanı vb...
Bizi tedavi edecek gülüş “içten” olanıdır.
Tüm “içten” olanlar gibi, o da kaybolup gitti ya, şimdi “gülme efektleri” kullanılıyor.!
Ya da plastik gülüşler, lüzumunda kullanılan.
O da hemen farkediliyor, çirkinleştiriyor insanı.
Gülme, yüzde görünse de özünü gözde buluyor…
Gülüşümüzün formu ve içeriği kişiliğimizi de ele veriyor.
Nasıl güldüğümüz terbiyemizi, nelere güldüğümüz de kültür düzeyimizi açık ediyor.
Eric Smadca'nın "Gülmek kitabı”, gülmenin felsefesi ve gizemine yapılan bir keşif yolculuğu gibi.
Smadca, niçin gülüyoruz, nelere gülüyoruz, nasıl gülüyoruz gibi sorulara cevap arıyor eserinde.
Platon, Aristo, Çiçero, Quintilen, Rabelais, Descartes, Spinoza, Hobbes, Voltaire, Kant, Schopenhauer, Spencer ve Bergson gibi filozofları konuk ediyor, onların gülme tanımı ve gülme kuramlarını anlatıyor çalışmasında.
Gülmeyi, mutluluğun yansıması olarak faydalı bulanlar da var.
Başkalarıyla alay etme ve protest yönünü öne çıkarıp, zararlı bulanlar da.
Rönesans hümanistlerinden Rabelais Garguantua isimli esrinde gülmeyi övmüş ve şunları kaydetmiş:
"Sizi yiyip bitiren yası gördükten sonra,
Gülmek gözyaşlarından iyidir,
Bu yüzdendir ki gülmek insanın özüdür."
Gülmek özgürlüktür.
Ona hükmedilemez. Açıktan gülemiyorsan, içinden gülersin. Ama gülersin…
Yıllar önce, Rahmetli Nejat Uygur’la yapılmış bir söyleşide okumuştum.
Askerlerimize oynadığı bir komedinin ilk perdelerinde kimse gülmemiş, çıt çıkmamış, herkes esas duruşta izlemiş oyunu. Sonraki perdelerde ise salon nerdeyse yıkılmış. Usta oyuncu, oyun sonunda bunun sebebini araştırınca, oyun arasında, komutanın işinin çıkıp salondan ayrıldığını, o gidince de seyircilerin gülmeye başladığını öğrenmiş.
Üstad Montaigne Juvenalis'in "Evinden dışarı adım atar atmaz gülmeye başlardı biri, öteki ise ağlamaya başlardı." sözünü aktarark şunları anlatır.
Demokritos, dışardaki insanların durumunu komik bulur, alaycı bir tebessümle çıkarmış dışarıya, Herakleitos ise insanlığın durumuna üzüldüğünden asık bir yüz ve dolu bir gözle...
Demokritos mu haklı, Herakleitos mu?
Dışarda olup bitenler komedi mi, dram mı?
Gülelim mi ağlayalım mı?