Göğü perde perde delip yükselen Dağ.

Ağrı Dağı.

Ne yandan baksam heybetli, gizemli.

Hep başrolde, hep dominant.

Heybeti de gizemi de kendine has bir dağ

Ağrı Dağı

Siyah beyaz fotoğrafını ilkokul yıllarında, Sosyal Bilgiler Ders Kitabında görmüş heybetinden etkilenmiştim.

 Türkiye’nin en yüksek dağı 5165 m. yazıyordu altında, çevremde gördüğüm dağların hiç birisine benzemiyordu.

Döner döner bakardım, yine bakardım.

Zirvelerinde gezinip, efkâr dağıtırdım güya.

Çocukluk işte.

İlk gençlik yıllarımda; Memduh Ün’ün yönettiği, Yaşar Kemal’in “Ağrı Dağı Efsanesi” filmini izlediğimde Ne Ağrı Dağı’nın Muhteşem görüntüsünü ne de Çoban Ahmet’le Mahmut Han’ın güzeller güzeli kızı Gülbahar’ın dramatik aşkını unutabildim. Dağla- İshak Paşa Sarayı’nın bütünleşmiş görüntüsü yıllarca çıkmadı belleğimden.

 Tabi Çoban Ahmet’in zorlu sınavı da…

Doksanlı yıllardı.

 Ahlat merkezli, Van Gölü Havzası kültür gezilerim bağlamında Çaldıran Ovası’nı geçip, çıplak Tendürek Dağı’nı aştığımda bütün güzelliğiyle karşımdaydı.

 Gökyüzüne doğru yürüyen yeryüzüydü sanki...

 Doğubeyazıt’a indikce karlı, bulutlu doruğu, aşağılarda genişleyen etekleri, narin ve nazenin bir gelini andırıyordu.

İlk kez kendi gözümle görmüştüm, işte önümdeydi. Ama uzaktı.

 İlk görüşler unutulmaz denir ya yıllarca içimde gezdirdim o nazlı gelini.

Fakültede oda arkadaşım değerli dost İsmet Alpaslan, Onun duldasında doğmuş, hayatının büyük bir bölümünü onu görerek geçirmiş, emekliğinde bile ona dair araştırmalar yapan tecessüs sahibi bir eğitimciydi.

Titiz ve sıkı bir halk kültürü araştırmacısıydı. Ağrı kültürüne dair birçok araştırmaları vardı. Oraların hafızası gibiydi. Yöre kültürünü milim milim incelemiş kayda almıştı. İshak Paşa Sarayı’na gittiğimi, Büyük, Küçük Ağrıyı yakından gördüğümü öğrendiğinde, sonraki sohbetlerimizin neredeyse tümü oralar üzerine olmuştu. Hakkında yazılan şiirler, efsaneler, Nuh Tufanı, Ararat, Ahmedi Hani vb…

İnsanlar gibi, dağların da kendine özgü kimliği ve kişiliği olduğuna inanırım ben.

İnsanı bilmeyen dağları, dağları bilmeyen de insanı bilemez, derler.

Doğrudur.

İnsanı keşfetmekle dağları keşfetmek birbirine benzer.

Görünmeyen yanlarına ulaşmak. Gönül dağına ulaşmak.

 Gayrisi kabuk.

Eteğinde, sinesinde zirvesinde dolaşmadığım, rüzgarını hissetmediğim, pınarlarından içmediğim, sıcağından yanmadığım, ayazından donmadığım sohbet edemediğim, iletişim kuramadığım dağları tanıdığımı söyleyemem.

Dedim ya dağların da gözü kulağı, kimliği kişiliği yüreği vardır.

 Gel gitleri vardır. Gel derlerse gelirsin git derlerse gidersin.  Ev sahibinin duygularına hürmet etmek gerek. Muaşaka böyle başlar.

 Dedegöl, Davraz, Hasan Dağı, Emler ve Erciyes’le muhabbetimiz hep bu minvalde gerçekleşmişti.

Birbirimizi anladık, hürmet ettik, saygı gösterdik.

İşte Ağrı’ya gelmişti sıra.

Bizi misafir edecek miydi, sırası değil, başım dertli gidin başka zaman gelin mi diyecekti?

Cumhuriyetimizin 100 yılı anısına, kafamızda bin bir soruyla, üç arkadaş ( Yunus ve Battal Beyler ) Salihli Garajından Fuat Bey’in uğurlamasıyla serhat şehri Doğubeyazıt’a ulaştık.

Serhat şehirleri birbirine benzer hep.

 Edirne, Nusaybin Doğubeyazıt vb tarihten tevarüs ettikleri ipek yolu kültürünün izlerini taşırlar.

  Sıcak insan ilişkileri, canlı ticari faaliyeti, Ararat, Ahmed-i Hâni, Noah’s Arc ve İshak Paşa levhaları, Odun ateşinde pişen çayı ve Abdigör Köftesiyle Ağrı’yı gören kadim bir şehir Beyazıt.

Otel konaklamamızın akabinde, eşyalarımızı dolmuşla dağ eteğinde Çevirme Köyü üzerinde 2200 m. meraya ulaştırdık. Eşyalar katırlarla 3200 kamp alanına yola çıktı. Biz de yürüyüşe.  Aklimatizasyon yapıp, çadırlarda geceledik. Ertesi gün eşyalarımızı yine katırcılara vererek, 4200 kamp alanına yürüdük. Burada da bedeni irtifaya alıştırma yürüyüşleri gerçekleştirip, gece 01’de zirve yapacağımızdan dinlenmeye çekildik.

Uyumak ne mümkün, heyecan dorukta.

Bu arada öğleden beri süren şiddetli sis ve rüzgâr geçitleriyle bizi korkutan Dağ, gece üzerimize kar serpiştirdi, rüzgâr da ürkütücüydü. İçimden herhalde ağrı bize kızgın müsaade etmeyecek galiba diye geçirdim.

Zirvelerde ne olacağını meteoroloji bile kestiremez.

 Tekrar çadırlara çekildik, aman Allahım, gece 24 gibi kar dindi rüzgâr sustu. Gökkuşağı. Bulutlar çekildi. Dolunay ve sükûnet.

 Tamam dedim Ağrı bize onay verdi. Anlatılamaz bir duygu kapladı içimi. Mehtapda volkanik kayaç ve laçeler arasında bin metre tırmanarak, buzul bölgesine vardık. 4700 metreye geldiğimizde Güneş de yüzünü gösterdi, Pırıl pırıl. Kramponlarımızı giyip son buzul bölgesini de tırmanark zirveye ulaştık. Beyaz bir boşluğa tırmanıyor gibiydim. Derin bir nefesin kıymetini, limitini ve birilerince korunduğunu oralarda anlıyor insan…

 Iğdır ve Doğubeyazıt yerleşimlerini temaşa için biraz zirvede kaldık.

Olanı biteni hazmetmeye çalışıyorum. Türkiye’nin en yüksek dağının zirvesindeydim. Kuş gibi hafifledim. Bütün yorgunluğum gitti. İnanmıyordum.

Bu duygularla inişe geçtik.

4200’den 3200 iniyoruz, bunaltıcı bir sıcak, güneş şapkası başımda. Çoğunun başı açık Katırcılar yukarı çıkıyordu. O anda ileride bir hortum oluştu, üzerime doğru geldi, şapkamı başımdan alıp üstümde hızla dolandırarak yükseklere çıkardı, nereye götürecek diye baktığımda katırcıların önüne bırakıverdi.

   Ağrı beni anladı, inandım buna.

Gılgamış Destanı’ndan beri bilinen Nuh Tufanı ve Nuh’un Gemisinin, İbrahimi dinlerin kutsal kitapları Tevrat, İncil ve Kuran’da da zikredilmesi ve geminin bu dağda konuşlandığına inanılması dağı meşhur etmiştir. Marko Polo’nun hiçbir zaman çıkılamayacak dağ dediği Ağrı’yı görmek için 16. yüzyıldan beri birçok seyyah gelmiş buraya. Buzullarla kaplı olması çıkışı imkânsız kıldığından 16. ve 18. yüzyıllar arasında bölgeye gelen seyyahlar dağa çıkmayı göze alamamışlar.

Öğrendiğime göre, ancak 1700 yılında botanikci Tournefort belli bir yükseltisine kadar çıkabilmiş. Friedrich Parrot da 1829’da ilk zirveyi yapmış. Bizde ise ilk zirve şerefi 1933’te Yzb. Rüştü Bey’ ait.

 Sonraları zirve faaliyetleri artmış.

Anlatılara göre, insanların zulüm ve haksızlığını gören Tanrı tüm canlıları yok etmeye karar vermiş. Fakat Nuh’un itaatini görünce insanlara “bir kurtuluş hakkı” tanımış.

Bugün de küremizde haksızlık, hukuksuzluk her yerde, zulüm desen diz boyu.

Ayrıca haris İnsanoğlu havayı, suyu, toprağı kirleterek, ormanları yakıp keserek, gaflet içinde kendi felaketini hazırlıyor, haberi yok.

 Tanrı bu kez, “her şeyi siz bozdunuz” diyerek, bir kurtuluş hakkı daha tanımazsa ne olacak?