Geçen yıl yayınladığımız Mıstık öyküsü okurlar tarafından çok beğenilmişti. Kurtuluş günleri için yazdığımız yazılardan sonra siz okurlarımızdan Mıstık öyküsünün yeniden yayınlanması isteği geldi, biz de sizin arzunuzu yerine getirmek için yeniden yayınlıyoruz:
1919 yılı yaz başları; Yunan, Mayıs ortasında İzmir’e çıkmış, Anadolu içlerine ilerlemek için her yolu deniyor. Sevr’de, Osmanlının elinden silahlar alınmış, askeri terhis edilmiş, kısacası ordusu yok. Payitaht işgal altında, Padişah ve hükümet sessiz, Anadolu’da halk kaderine terk edilmişçesine yalnız, eli kolu bağlı şaşkınca beklemede... Yunan zulmü arttıkça halk kendini savunmak için tedbirler aramaya başlıyor. Kongreler toplanıyor,” Kuvvayı Milliye” yani Ulusal Güçler adı altında savunma birlikleri kuruyorlar, eli silah tutan yurttaş savunma hattına koşmaya başlıyor. İşte böyle bir ortamın içinde Salihli’de üstü başı perişan, saç sakal karışmış, elinde bir kaval ile bir garip dolaşmaya başlıyor.
Kasabada sonradan adı “Kuvvayı Seyyare” ye yani Gezici Birlikler olarak anılacak, günümüzdeki mekanize birlikler benzeri bir savunma birliği kurulmakta... Bu birliğe katılmak için çevre il ve kasabalardan akın akın insanlar gelmekte olduğundan yabancılar dikkat çekmiyor ama bu garip giyim, kuşam, hal ve hareketlerinden dolayı göze batmakta, herkes bu garibin kimliğini merak etmektedir. Çarşı esnafından biri çınar ağacına dayanıp kaval çalan kişiye yaklaşıp konuşmayı açar;
“Selamün aleyküm”
“Aleykümselam abicim, dayıcım, emmicim, cim cime de cim cim”
“Kimsin nesin necisin, nerden geldin, nereye gidersin?”
“Mıstık’ım ben, Mıstık! Batıldan gelirim, atıla giderim... Deh de Mıstık deh...deh...”
Anlaşılmıştır ki bu garip, garipliğinin yanı sıra, akıldan noksandır da...
Kimseye zararı olmayan, çarşıda, tren zamanları istasyonda gezen, kaval çalıp kendi kendine konuşan Mıstık’ı Kasaba halkı çabuk kanıksamıştır. Esnaf yemeğinden, fırıncılar ekmeğinden verir hatta çarşı fırınında Ahmet usta Mıstık’ı sahiplenir; zaman zaman şehir hamamına götürür tellaklara yıkatır, eski elbiselerinden verir ama Mıstık eskilerini giymeye devam eder. Kış geldiğinde fırının bir köşesinde uyuması için kasalar üstüne attığı çuvallarla yatak bile hazırlar. Mıstık da hayatından memnundur.
Ahmet ustayı çok sever, bir isteği olursa kendine göre cümleler kurup bazen de şarkı şeklinde ister. En çok acıktığı ve ekmeğin çıkmakta olduğu saatlerde fırına döner, yaklaştığında kavalı ile “Vardar Ovası” türküsünü çalar ve kapıdan;
“Ahmet usta baksana, fırını da yaksana, Mıstık acıktı gari, ekmeğini salsana!” diye seslenirdi. Zaman zaman ortadan kaybolur, bir iki gün içinde, hiçbir şey olmamış gibi ortaya çıkardı.
Derken...Bir Haziran günü Yunan, Salihli’ye girdi, zulüm günleri başlamıştı. Mıstık yine Ahmet ustanın fırınında kalıyordu, yaşantısına devam ediyordu ama huyu değişmişti. Artık Türklerle değil, Yunan askerleri ve yerli Rumlarla geziyordu. Onların, Rumca konuşmalarına “He anam, he...Yapma yav... Valla mı yav...” diye cevap veriyor, bir şey isteyeceği zaman Türkçe istiyordu.
İşgalci Yunan askerleri ilk zamanda Mıstık’dan çok şüphelenmişler hatta bir gece nezarette tutmuşlardı. Yerli Rumlardan öğrendiklerine göre Rumca dahil yabancı dil bilmeyen deli bir Mıstıktı işte... Onun için Mıstık’ın yanında rahat konuşuyorlardı, bizim deli de Yunan askerlerinle dostluğu pekiştiriyordu.
Salihli halkı, Mıstık’ı hayretle izliyordu... “Bizim deli” dedikleri Mıstık, her sabah günümüz Namık Kemal okulunun hemen önünde yer alan Kuşçubaşı çiftliği önünden başlayıp, yine günümüz Karaman İş Merkezinin bulunduğu yerdeki Hükümet binası önüne kadar Yunan Bandosunun hemen önünde, sağ elindeki kavalını bir orkestra şefi gibi sallayıp, ritme ayak uydurarak birlikte yürüyor, burada yapılan Bayrak töreninin ardından yine Yunanlarla istasyona kadar geriye dönüyordu.
Yunanla öylesine yüzgöz olmuştu ki, zaman zaman yumruklu, tekmeli şakalarına maruz kalıyordu. Mıstık tüm bunlara gülüp geçiyordu ama halk delide olsa bir Türkün bu halini içlerine sindiremiyordu, içten içe mırıldanmalardan başka bir şey de yapamıyorlardı.
İki yıl böyle geçti...Mustafa Kemal’in ordusu, Afyondan Büyük Taarruza başlamadan birkaç ay önce, Mıstık geldiği gibi birden ortadan kayboldu...En çok üzülen de tabii ki fırıncı Ahmet usta oldu. Günlerce, Mıstık’ın acıkıp geldiği saatlerde gözü hep kapıda bekledi durdu...Zaman uzayınca, Yunanın şüphelendiği Türklere yaptığı gibi Mıstık’ı da alıp gittiğini bir daha da geri dönmeyeceğini kabullendi.
5 Eylül 1922 sabahı, erken saatlerde, Salihli’de sokak çarpışmaları başlamıştı. Yunanın, Hamidiye Camii karşısındaki Hükümet binasındaki askerleri, kadın, erkek çevreden topladığı 400 kişiye yakın kasabalıyı caminin içine doldurdu. Halk çıkamasın diye kapı ve pencere pervazlarına dışarıdan demir çubuklar yerleştirdiler ve hazırda bekleyen yangın timi, camiyi ateşe verdikten sonra, doğudan gelmekte olan Türk süvarilerini görünce istasyona doğru kaçmaya başladılar.
Cami önüne ulaşan süvariler cami kapı ve pencerelerini kırıp içerideki halkı acele boşalttılar, caminin kubbesi çöktü ama ölen olmamıştı. Süvariler sayesinde hem insanlar hem de çarşı yanmaktan kurtulmuştu.
Akşama kadar, istasyon civarında çatışmalar devam etmiş, yangınlar söndürülmüş, Salihli, Yunan işgalinden kurtulmuştu. Şimdi, yaraları sarma ayağa kalkma zamanıydı.
Fırıncı Ahmet de halkın ve askerin karnını doyurmak için ekmekleri fırına sürmeye başlamıştı. Kulağına uzaktan bir kaval sesi geldi,” Vardar Ovası’nı çalıyordu, “Yok yahu! Heyecandan gaipten sesler duymaya başladın oğlum Ahmet” diye içinden geçirdi. Birden ““Ahmet usta baksana, fırını da yaksana, Mıstık acıktı gari, ekmeğini salsana!” diye ses duydu,” bu kadarı da hayal olamaz” diye kapıya döndü. Haklıydı Mıstık karşısında duruyordu ama bu. Bu bir Türk subayıydı.
“38.Süvari Taburu Yüzbaşı Mustafa Tevfik görüşlerinize hazırdır Ahmet Ustam!”
Meğer, Mustafa Tevfik, Selanikli bir askermiş. İşgal başlayınca deli rolü verilip, Salihli’ye gönderilmiş. Görevi çok iyi Rumca bildiği için buradaki yerli ve işgalci Rumlardan bilgi derleyip, Demirci merkezli görev yapan Akıncılar aracılığı ile Ankara’ya göndermekmiş. Ortadan onun için birkaç gün kaybolup, Gördes ve Demirci yollarında, Gediz nehri kenarında Akıncılarla irtibat kuruyor bilgi ve emir alış verişinde bulunuyormuş.
Fırıncı Ahmet usta bu kadar bilgi verdi ve ne yazık ki o da artık yok. Oysa Mustafa Tevfik sonra ne oldu, burada neler yaşadı öğrenmek isterdik. Aslında Mustafa Tevfikler, Fırıncı Ahmet ustalar, dedelerimiz atalarımız bize bunları hep anlattılar ama biz masal gibi dinleyip uykuya daldık...